30 Ekim 2012 Salı


Gerçeği Yakalamak?
Fırat Arapoğlu

Fonda ateş kızılı ve sarısının hakim olduğu bir düzenlemenin önünde ele ele sıkışan ama kafalarının birbirlerine yakınlığından bunun dostluk gösterisi simgelerine sahip bir düşmanlık olduğunu algıladığımız iki figür. İki kişi arasında sanki bir onur sorununu çözmek için bir araya gelmişler gibi görünen sahne, bizlere günümüz üzerine düşünmek için belirli ipuçları verecek gibi görünüyor. Ama nasıl? Bir uzlaşma halinin simgelediği durum, aslında simgesel olarak derinlerinde insan doğasının vahşiliğine bir referans olabilir mi?

Gökhan Deniz’in “Hangisi Daha Gerçek?” isimli son serisini görmek üzere atölyesine uğradığımda, yüzey olarak şeffaf, görüntüyü yansıtan bir malzeme ile çalıştığını görmek şaşırtmıştı beni. Sanatçının sert yüzeyi nasıl tuval gibi gerdiğini ve bunun üzerinde uygulama ve deneylere giriştiğini görmek, malzeme deneyimi açısından olduğu kadar, işin nihai etkileyiciliğini görmek açısından da önemliYDİ. Çok formalist bir yoruma uzanmayacağım, ama bu malzeme deneyimindeki tutkuyu çağlar boyunca görebilmek olası. Zira bazen, sanatın ille de bir şey ifade etmesi konusuna saplantılı kalınmazsa, o zaman yaşamsal süreç ve tutkular anlaşılabilir.

Peki ne oldu da sanatçı, tuval üzerine resimden vazgeçerek, görüntün yansımasını elde edebileceği bir zemin üzerinde işlerini üretmeye karar verdi? Bunun köklerini avangard’ın tarihinde görebileceğimizi düşünüyorum. Örneğin “resme hız verme çabası”, bunlardan birisi. Fütüristlerde Giacomo Balla, Carlo Carra, Gino Severini gibi isimlerin çalışmalarıyla aradıkları buydu. Amaçlanan izleyicinin sadece edilgen bir biçimde resmi algılamasını kırmak ve bu deneyimi daha geniş bir alana taşımaktı. Retinal sanatı reddederken, Marcel Duchamp’ın da geliştirmeye çalıştığı düşünce de tam buydu.

Çalışmalarında Gökhan Deniz’in susmak, düello, yaşam/ölüm döngüsü, gözlem(l)emek konuları üzerine odaklandığını görmek olası. Ama tam da bu konulara bakarken, yansıyan yüzeylerin izleyiciyi işin içerisine kattığı deneyim süreci ortaya çıkmakta. Edilgen bir biçimde sadece “izleyici” (audience) olarak kodlanan sanatsever, Gökhan Deniz’in resimlerindeki figürleri, nesneleri ve konuyu görmek için belirli bir açıyı bulması gerektiğinde, artık aktif bir katılımcı (participant) haline gelecektir. Mekana ve ışığa göre görselliği değişecek olan çalışmalar, bir enstalasyonun niteliğini üzerine alarak mekana-özgü (site specific) çalışmalar olarak okunabilmektedir. Bu üretimler, belirli bir açıdan görülmek üzere yapılmış, retorik üreten, üstten bakan bir anlayışın tersine, çeşitli açılardan görülebilen, diyaloga açık ve demokratik bir sunumun niteliklerini üzerinde taşımakta. Her bir izleyicinin kendi açılarından görerek yorumlayabilecekleri nesne ve olgular, böylece Umberto Eco’nun “Açık Yapıt” tanımına fazlasıyla yakınlaşmaktalar.

İzleyicinin görsel iktidarın içerisinde kendilerini görebilecekleri, böylece iktidar ile ve kendileriyle karşılaşabilecekleri bir alan burası. Malzemenin izleyenin görüntüsünü yansıtma özelliği de buradan gelmekte. Kişinin kendisini bizzat işin içerisinde görmesi basit bir ayna görüntüsünü elde etmek değil, aksine gerçekliğin doğasına dair sorgulama alanını açan sanatçının çalışmasının bir parçası olarak işin içerisine girmesi olarak görülmelidir.

Resmedilen konulardan birisi de son bir çırpınışla el uzatanların hikayesi. Elini uzatanlar ya da yardım isteyenler. Hangisi olursa olsun içinde bulunduğumuz çağa dair birçok okumayı içinde barındırmakta. Zaten Gökhan’ın yaptığı, biraz da bu ikilemler arasında işlem görmekten ibaret. Çifte bir hoşnutsuzluk durumunu sunarak, hem bir olguyu temsil etmekte ama buna rağmen bu olguya dair fazlalıkları atarak, bir sessizlik durumunu göstermekte. Böylece de, arkasında bıraktığı bir susma hali olarak tespit edilebilir. Sanatçı, Uzakdoğu mistisizmi ve tasavvuf geleneğinde yer alan “dilin eksikliliği” diyebileceğimiz bir durumu işlerinde fazlasıyla taşımaktadır.

Son olarak değinmek istediğim, bir gökyüzü manzarasının altında boylu boyunca yatan bir figüre dair, ki bu figür, dünyayla olan nihai bağımızı bizlere hatırlatıyor gibi. Tüm olguları ve olayları varolan hallerinin insanda bıraktığı nevrotik durumları temsil ederek sonuna kadar götüren sanatçı, artık yaşamsal sürekliliği en nihayetine vardırmış gibidir – yaşam/ ölüm/yaşam döngüsü artık tamamlanmıştır. Bunun sonu artık bir kavramın sonuna kadar eğilip, büküldüğü başlangıç noktası ve derin bir sessizlik olacaktır. Bu sessizlik ya dümdüz bir toprağa yatış ya da “hocker” pozisyonunda bir içe çekilişle temsil edilebilir.

Gökhan Deniz’İn bu serisini, belirli bir bekleyiş süresinden sonra, yeniden ortaya çıkan bir “geri dönüş” ekseninde okumak gerekiyor. Sanatçının daha önceki süreçleriyle zamansal olarak bir bağ kurma olasılığı veren bu son serisi, malzemenin ideolojisi olarak okuyabileceğimiz bir noktadan devam ediyor. Sanatçı, üst-bakışlı bir retorik ve söylem geliştirmektense, yatay, spontane ve toplumsal eksene çok daha fazla duyarlı yüzey çalışmaları üretmekte. Politikmiş gibi duran apolitik ve aktüel siyasetin karikatürize mizahından yararlanan güncel işlerden ziyade, ayakları yere basan bir yaklaşım bu. Gelgelelim insan kendisinin hep gerisinde kalır. Gökhan Deniz’de, insanın kendisine ve doğaya yabancılaştığı uzun zamanlardan bu yana, bu yabancılaşmanın temsiliyetlerini görünür kılmakta ve görünen o ki, buna da devam edecek. Bu görsel deneyime, ders çalışmaya ve bakmayı öğrenmeye hazır mısınız?

Fırat Arapoğlu, Sanat Eleştirmeni







Hiç yorum yok: